25 Aralık 2015 Cuma

BU SEFER FRANKFURT, ALMANYA’YA...

FRANKFURT

Ağustos 2014’ten beri artık Den ve Tal değiliz sadece. Gezilerimize bir üçüncü şahıs daha eklendi, ki kendisinin adı Ozi. =) Onu da bir yolgezer olarak kendimize benzetmek, o da isterse tabi , bizi çok mutlu edecek. Umarız o da seyahat etmekten en az bizim kadar zevk alır. Henüz tam randımanlı olarak gezilerimize başlamış sayılmayız ama bu yolda ilerliyoruz. Ve işte bu yolda ilk durağımız da Aralık 2014’ten beri Frankfurt’ta çalışan ve yaşayan kardeşim Derya’yı ziyaret etmek oldu.




Ozi 9 aylıktı Mayıs ayının sonlarına doğru Frankfurt’a gittiğimizde. Biz tabi acaba uçakta bizi neler bekliyor telaşındaydık öncelikle. Ozi gayet uyumlu bir şekilde diğer tüm yolcuların da takdirini toplayarak  kay uyudu kah oyun oynadı kah yemek yedi ve endişelerimizi boşa çıkardı. Yol bitti ve biz Frankfurt’taydık. Yurtdışında ilk defa havaalanında bizi karşılayan birisinin olması tuhafımıza gitti ama tabi Derya bize olduğundan daha çok Ozi’ye kavuştuğuna mutluydu sanki . =)

Eğer Frankfurt’ta havaalanından araba kiralamışsanız, arabanızı hemen havaalanındayken alamıyorsunuz. Bizim araba kiraladığımız şirket Caro idi. Bir minibüsle yaklaşık 10 dk mesafedeki Caro’nun garajına götürüldük. Burada gerekli evrakları imzalayıp, arabamızı teslim aldık. Eğer bebeğiniz ya da daha büyük çocuğunuz varsa onun için oto koltuğu/puset de ekletebilirsiniz.

Arabamıza atlayıp, GPS’i açarak, düştük yollara. Bu gezide ilkleri yaşadık hep. İlk defa araba kiralamıştık ve toplu taşıma kullanmadan şehir merkezine vardık. Dahası bir otele değil, bir eve gidiyorduk. Derya’nın evi nehrin kuzey tarafında kalan Grüneburgweg İstasyonu bölgesinde. Şehir merkezine çok da uzak değil, sakin bir bölge. Etrafta marketler , restoranlar, kafeler var.  Dahası işe bisikletle ya da scooter ile gidebiliyor! Bizim için ne büyük lüks. Trafik keşmekeşi çekmeden, parkların bahçelerin içinden geçip, temiz hava soluyarak işe gitmek!

Main nehrinin kenarında konuşlanmış Frankfurt Almanya’nın finans ve fuar merkezi. Gökdelenlerin toplandığı bölgenin takma adı da “Mainhattan” zaten. Alman yaratıcılığı! =)



Nehrin güneyine geçerek öğlen yemeği için Sachsenhausen’daki Atschel’e geldik. Burası eskilerden kalma bir Alman pub’ı havasındaydı, genellikle yöresel yemekleriyle meşhur. Bahçesinde oturduk. Tal ünlü Frankfurter sosisini denemeye karar verdi. Sosislerin o çıtır kabuğuyla barışamadığımdan halen, ben tavuk yemeyi tercih ettim. Bir de tabi Handkäse istedik. Ekşi sütten yapılan bu peynire müzikli peynir de deniyormuş. Çünkü midede gurultulara sebep oluyormuş. Biz de öyle bir etki yapmadı gerçi. Ama sirkelisinden yemek lazım gerçekten. O ağır kokusunu alıyor sirke.  Ben bir de “Sauerkraut“u merak ediyordum ki ondan da tattık. Biralı lahana turşusu olan bu yiyecek de fena değildi. Ben içemedim emzirdiğim için ama Alman birası „Weissbier“ eşlik etmeden o kadar yemek yenmez. Beyaz buğday birası içme hakkımı Tal’a ve Derya’ya devrettim. Ozi ne yedi derseniz, onun için yanımda bir dolu kavanoz mama getirmiştim. O günün yemeği sebzeli püreydi. =)


 

Arabayı bu bölgede bırakıp, yayan olarak şehri keşfe çıktık. Ozi’de bize ayak uydurdu. Yine Sachsenhausen’daki barlar sokağından geçtik. Insanlar erkenciydi. Sokaklar doluydu. Herhalde bunda futbol maçı olmasının da etkisi vardı. Nehir kıyısına doğru yaklaştıkça kalabalık da arttı. Sachsenhausen ile Römerplatz’ı birbirine bağlayan tarihi Demir köprü‘ye- Eiserner Steg’e geldik. 1868/69’da inşa edilen bu köprü sadece yayalara açık, araç trafiği yok ve üzerinde yüzlerce asma kilit asılı. Bizim de kilidimiz hazırdı ama yanımızda değildi.






  








Köprüden kuzey tarafına geçtik. İkinci Dünya Savaşı’nda en az zarar gören ve kurtulmayı başaran Haus Wertheim isimli binadaki tarihi pub ve pastanenin içine girdik. Pastane pek değil ama Pub’ın içi insanı alıp Ortaçağ’a götürüyor. Duvarlardaki çizimler, kasvetli ve karanlık ortam, ahşap.


    


Römerberg’e geldiğimizde kalabalık daha da artmıştı artık. Burası şehrin tarihi merkezi sayılıyor. Römer belediye binasına verilen isim. Bazı bölümleri de halen kullanılmaktaymış.Yanyana dizili renkli evlerin hepsinin ayrı ayrı birer ismi varmış. 1986’da eski hallerine sadık kalınarak inşa edilmişler. Bu arada eğer hediyelik eşya bakacaksanız Römerberg doğru adres. Çeşit bol.



Biz bir de Handwerkskunst am Römer isimli ahşap işleri satan dükkana girdik. Ahşaptan oyuncaklar,  süs eşyaları, ne ararsanız var. Hemen hemen hepsi el işi göz nuru. 











  

Römer’e çok yakın olan Japon pastanesi İimori’ye girdik. Içerisi tatlı toz pembe renklerle dekore edilmişti. Sevimli Japon servis elemanları karınca gibi çalışıyordu. Üst katında restoranı da varmış. Sachertorte bulmuş olmanın sevinciyle yumulduk tabi. Viyana’dakiler gibi olmasa da hevesimizi aldık. =) 

Meydanın arkasında Kaiserdom St. Bartholomaus katedrali var. Nisan ve ekim ayları arasında 324 basamak tırmanarak tepesine çıkılabiliyor. Biz çıkmadık. İçeride bir etkinlik başlamak üzereydi. Ona denk geldik. Anladığımız kadarıyla barışla ilgili bir şeydi.


Kuşbakışı şehir manzarası için Dom Katedrali yerine başka bir seçenek de Zeil caddesi üzerindeki Galeria Kaufhof idi. Münih’te de vardı bu mağazadan. Birçok marka bir arada. Asansörle 7. Katına çıktık. Burada açık büfe bir de restoranı var. Terasından tüm şehir zaten ayaklar altında ama bir de kule gibi bir şey kondurmuşlar tepeye. Bir kademe daha yüksekten bakabilirsiniz oraya çıkıp. Derya bilmem kaçıncı kere çıktığı için buraya zaten, Ozi’yi onunla bırakıp biz Tal’la çıktık o kule vari bölüme.  


   

-1. Katta Gurme marketi var. Çikolata, içki, şarküteri, sebze-meyve ne ararsanız... Böyle yerler öyle albenili oluyor ki, kesinlikle tok karna girmek lazım.



Bu arada Zeil Türkler’in çarşı dediği en ünlü alışveriş caddesi. Epey genişçe bir cadde. Üzerinde yok yok. Zeil’in sonunda Hauptwache meydanı var. Şehrin ana merkezi kabul ediliyor, Taksim’e benzetebiliriz. Alışveriş, yeme, içme burada toplanmış alternatif çok. Derya’nın söylediğine göre insanlar kışın şehrin altında yaşıyormuş. Metro ile gidecekleri yerlere gidiyorlar, istasyonlarda yiyip içiyorlar. Kışlar sert geçiyormuş. Karlı ve soğuk. Aslında Mayıs ayı bile serindi.

Akşamı etmiştik hep beraber. Derya akşam yemeği için Leib und Seele’ye rezervasyon yaptırmıştı. Eğlenceli bir sohbet eşliğinde Schnitzel ve yeşil soslu kuşkonmaz - Spargel yedik. Yeşil sos lezzetliydi bayağı. Bu birçok farklı bitki karıştırılarak yapılan yöresel bir sos. Ozi için de patates istedik. Fırınlanmış patates ve yoğurt ikilisiyle karnını doyurdu.


 

Eve dönüp Ozi’yi uyuttuktan sonra biz de biraz sohbet -muhabbet , biraz ayakları uzatmaca sonra günün yorgunluğu iyice ağır basınca uyumaca..

Pazar sabahı kahvaltısı için Cafe & Bar Celona isimli mekanda brunch için yer ayırtmıştı Derya. Dini bütün Almanlar Pazar ayininden sonra bu tip yerlere üşüştüğünden biraz erken gittik. Ozi sabah erken uyandığından arabada giderken daha uyuyakaldı tekrar. Oraya varıp yerimize oturduğumuzda da bir süre uykusuna devam etti. Biz de hiç acımadan açık büfenin dibine vurduk. En az 3 tur gitmişizdir. Önce tuzlular, ardından tatlılar. Üstelik adam başı sadece 10 Euro. Içecekler extra para da değildi. Çay, portakal suyu, kahve ne isterseniz. Ozi bey uyandığında da verdik eline bir ananas dilimi, şapır şupur yedi bitirdi. Dini bütünler mekana doluşmaya başladığında biz de tüydük buradan.

 

Frankfurt deyince akla gelmez belki hemen ama ünlü Alman edebiyatçı Goethe, tam adıyla Johann Wolfgang von Goethe bu şehirde doğmuş. Doğduğu ve yaşadığı evde günümüzde bir müze. Derya burayı da bilmem kaçıncı kere görmek istemediğinden Ozi’yi onunla çevrede şehir turu yapmak üzere arkamızda bırakarak, Tal ile Goethe’nin evine Goethe-Haus’a girdik. Goethe’yi sadece edebiyatçı olarak anmak ona haksızlık olur. Kendisi aynı zamanda şair, doğa bilimci, diplomat da. Zemini de sayarsak dört katlı ev bir yandan Goethe’nin hayatını, bir yandan da o dönemi ve nasıl ortamlarda yaşandığını anlatıyor. Özellikle mutfağı çok sevdiğimi belirtmem lazım. =)  


 

Goethe’nin çok geniş bir de kütüphanesi varmış. Yaklaşık 2000 tane kitap barındırıyor. Cilt cilt kitaplar sanki sahafta hissettiriyor insana kendisini. Giriş katındaki her oda farklı renklerle isimlendirilmiş. Birinci katta müzik odası var ki tavanı müzik enstrümanları ve notalardan oluşan kabartmalarla süslenmiş. İkinci katta da Goethe’nin doğduğu sanılan oda var. En üst katta da yazı odası. Birçok eserini bu odada kaleme almış.


Neredeyse 1 saat gezmişiz evi. Çıkışta Ozi ve Derya bizi karşıladı ve başladık yürüyüşe. Hava pek güzeldi, güneşli ve ılık. Tam yürüyüş havası. Önce Goethe Platz, oradan Biebergasse’nin arkasında kalan Borsa binasına gittik. Burası Londra’dan sonra Avrupa’nın en büyük ikinci borsasıymış. Tarihi binada restorasyon vardı. Önündeki ayı ve boğa heykelleriyle fotoğraf çektik. Ozi‘yi heykellerin üstüne oturtmadan olmazdı. Sonrasında Grosse Bockenheimer Straße’den yürüyerek Alte Oper’e geldik. Eski Opera binası önündeki meydanda takıldık. Buradaki fıskiyeli çeşmeye baktık. Hareketli sular Ozi’nin çok hoşuna gitti. Ne var ki parkta oturup zorla sebze püresi yedirmeye çalışınca keyfi kaçtı ama emzirince neyse tekrar yerine geldi. =)



Parkta biraz dinlendikten sonra lüks markalara ait dükkanların olduğu Goethestrasse’den yürüyerek Hauptwache meydanına geldik. Hauptwache alışveriş caddelerini birleştiren orta nokta. Sağında Zeil caddesi, solunda Grosse Bockenheimer caddesi ve Goethe Caddesi var.  Aralık ayında burada ışıl ışıl Noel standları kurulurmuş.  Aslında o zamanda da bir ziyaret gerekli. =)
Bir zamanlar zindan olan Cafe Hauptwache’de oturup soluklanmaya karar verdik. İlkbahar güneşi üzerimize vururken Tal ve Derya biralarını yudumladı. 



Bir yerlere oturduğumuzda Ozi , eğer uyumuyorsa, sürekli yan masalarla ve garsonlarla iletişimde.  Bizi unutarak resmen, bir güzel arkasını dönüyor, diğer müşterilerle göz teması kuruyor, gülüyor, sesler çıkarıyor.  Hem eğleniyor hem eğlendiriyor.  Merakından da böyle davranıyor sanki. O kadar dikkatli inceliyor ki her şeyi ve herkesi. Onun bu öğrenme ve gelişme sürecine birebir tanık olmak hem bizi hayrete düşürüyor hem de ölesiye mutlu ediyor. =)

Kalktıktan sonra Zeil caddesine doğru devam ettik. Pazar olduğundan içindeki dükkanlar kapalıydı ama MyZeil alışveriş merkezinin ana girişi açıktı. Halk burayı bir nevi geçit olarak da kullanıyor. Ortası solucan deliğine benzer şekilde delik ve çok uzun bir yürüyen merdivenle zemin kattan direkt en üst kata çıkılabiliyor ki çıktık.

Derya’nın öve öve bitiremediği Apfelstrudel’den yemek için, Zeil’in ortasındaki Weidenhof isimli cafe/restorana kurulduk. Kremasıyla, hamuruyla gerçekten de lezizdi elmalı strudel. Kesinlikle denenmeli. "Gitmeden bir daha yiyelim lütfen!" diye yolumu da yaptım. Artık iyice uykusu gelen Ozi’yi burada uyutabildik.



Tekrar Römer’e doğru yürüyüp bu sefer St. Paul's Kilisesine girdik. Burası bir zamanlar bir ibadethane olmasının yanısıra aynı zamanda politik bir sembolmüş de, parlamento olarak. Içeride Yaşar Kemal’in adına rastladık. Alman Kitap Fuarı Barış Ödülleri kapsamında 1997 senesinde Barış Ödülü’ne layık görülmüş. Artık kilise olarak kullanılmıyor, sergiler ve etkinlikler düzenleniyor.

  

Ozi halen uyuyordu, Demir Köprü‘ye de yakındık. Tal’ın evvelden hazırladığı kilidi asmak için gitmeye karar verdik biz de. Uygun bir yer bulduk ve ta ta. Artık bir köprüde daha kilidimiz asılı. Bu sefer dört isim kazılı olarak.

 

Pazar akşamki yemeğimiz Block House isimli steak house’daydı. Önce eve uğradık, ihtiyaçlar giderildi ve çıktık. Restorana gitmeden önce Naturmuseum Senckenberg – Doğa Müzesi’ne gidelim istedi Derya. Önündeki dinozor maketleriyle fotoğraflar çekildik. Dinozorlardan biri de T-Rex’di.Ozi biraz daha büyüdüğünde içerisini de gezmek ister sanırım bir minik meraklı olarak.

Block House bahçe içinde müstaki bir restoran. Bayağı kalabalıktı içerisi de dışarısı da. Hayatımda ilk defa koca bir parça eti hiç kalıntı bırakmadan tek başıma bitirdim. Iyi pişmiş istememe rağmen yumuşacık ve sulu sulu kalabilmişti. Aşçılar ateşin başında gözümüzün önünde etleri şak şak pişirip durdu tüm akşam. Alevler bi yükseldi bir alçaldı. Menü olarak seçim yapabiliyorsunuz. Istediğiniz çeşit sosla servis edilen salatanız var ve içecek çeşitleri bol.

 

Ozi artık huysuzlanmaya başlayınca nöbetleşe birimiz onunla ilgilenip, yemeklerimizi bitirdik. Tekrarlıyorum enfesti. Gece Ozi’yi uyutup teyzesine emanet ettikten sonra bir de Frankfurt’u gece görelim diye Tal‘la çıktık dışarı. Tabana kuvvet Römer’e kadar yürüdük. Oradan Demir Köprü’ye. Gece Mainhattan gerçekten güzel gözüküyordu. Işıl ışıl.



Pazartesi günümüzün çoğu Heidelberg'de geçti. Heidelberg için buraya lütfen.

Eve dönüş günü geldi çattı, hepimize bir hüzün çöktü ama en çok da Derya’ya. Hava biraz serinceydi. Ozi’yi kat kat giydirdik. İlk olarak Frankfurt Hayvanat Bahçesi’ne gittik. Bayağı büyük bir yer, zamanımız az olduğundan çok da verimli gezemedik sayılır. Ne kadar ilgilendiği şüpheli olmakla beraber, Ozi’ye ayı, kaplan, maymun, balık, penguen, yarasa, vs ne tür hayvan varsa göstermeye çalıştık. =)

 

En ilgilendiği kısım minik kuzular ve keçilerin çitlerin içinde ortalığa salındığı yerdi. Diğer çocuklar da heyecan içinde hayvanların peşinden koşup, yakalamaya çalışıyordu. Ozi’ye bir minik kuzuyu sevdirdik. Yüzünü bir gülümseme kapladı severken. =) Hayvanat bahçesinin dükkanı da çok eğlenceli. Türlü türlü kitaplar, oyuncaklar, vs. Burada hava biraz daha ılıkken tüm gün bile gezilir neredeyse.

Çıktıktan sonra tekrar şehir merkezine gittik. Bebek eşyaları satan Baby-Walz isimli bir dükkanı gezdik. Tekstil ürünleri ve oyuncaklar bizim buraya göre çookk pahalı olmakla beraber, emzikler ucuzdu. =) Ozi’ye bir kanguru almayı da planlamıştık. Ama bizimki bu kanguru olayına hiç alışamadı. Denemelerimiz her zaman olduğu gibi burada da hüsranla sonuçlandı. Bebek arabası ve kucağa devam!

My Zeil’da açıktı tabi haftaiçi olduğu için. Aklımızda kalan bir iki dükkana girmek için tekrar oraya uğradık. Lego Store ve onun solundaki T-Shirt ve cosplay ürünleri satan mağazayı dolaştık. Tekrar geleceğimizi söylemiştim, Weidenhof'a giderek Apfelstrudel’leri indirdik mideye.


Arabaya geri döndüğümüzdeyse günün sürpriziyle karşılaştık. Trafik cezası olduğundan şüphelendiğimiz ve sonra öyle olduğunu teyit ettirdiğimiz iki kağıt parçası sileceğe sıkıştırılmıştı. İkisi de park cezasıymış. Yanlış zamanlarda park edilmemesi gereken yerlere park etmişiz. Trafik levhalarını biraz daha iyice incelesek yemezdik ya o cezaları, neyse.. =)

Arabayı firmaya geri bırakma durumumuz da olduğundan biraz erken çıktık evden. Derya’ya ve Frankfurt’a elveda deme zamanıydı. İlk ama son ziyaret değil, Derya bir süre daha orada nasıl olsa...





Hiç yorum yok: