Pazar günü Brüksel’de karlı bir sabaha uyandık. Sabahın o
erken saatinde sokaklarda in cin top oynuyordu. Sadece ikimiz kararlaştırdığımız
saatteki Brüj trenine yetişebilmek için koşturuyorduk. Başardık mı? hayır! Gelmeden
önce internetten bilet almaya çalışırsanız sistem şöyle çalışıyor. Tren
bileti aldığınızda o güne ait bilet almış oluyorsunuz. Saati ve koltuk
numarasını seçmenize gerek yok. Bu durum hem bir rahatlık hem de bir
dezavantaj. Çünkü tren saati belli olduğunda kaçırırsanız kaçırmış oluyorsunuz!
Ama saat belli değilse her zaman bir sonraki tren var. İşte biz de uykudan
biraz geç uyanıp, kahvaltıyı da uzatınca tam perona vardığımızda tren hareket
etti ve kaçırmış olduk treni saniyelerle.
Brüj'e giderken... |
Ne Tal 007 idi, ne de ben Bond kızı, bu yüzden trenin üstüne
atlamadık, bir sonraki treni bekledik sakince. =) İlginç olan kısım zaman çizelgelerinde trenlerin kalkış ve varış noktaları yazıyor çoğu zaman. “Brugge” gibi ara
duraklar atlanabiliyor. İşi sağlama almak için görevlilere başvurmalı. Trenler
belki kar yağışı nedeniyle rötar yapmıştı, bazılarının varış saati aynı
gözüküyordu. Bizde devreler karıştı ve yarım saat beklemenin üzerine karambolde
başka bir trene biniverdik! Bunu da bizimle
beraber aynı treni bekleyen ama bizim bindiğimiz trene binmeyen insanları
görünce anladık. Ondan sonrası daha da acayip. Trenin ilk durağında hemen indik. Amacımız geri dönmek ve
yetişebilirsek doğru trene yetişebilmekti; ama bir sıkıntı vardı. Burası aynı
zamand uluslararası tren istasyonuydu, Brüksel Midi. Öyle karşı perona geçmek
falan yoktu. Merkez istasyona dönmek için metroya binmemiz gerekti.
Bu gelgitler sırasında istasyonu
mekanları bellemiş evsizlerin önünden çok kez geçtik. Sabah neşeli konserlerini dinlemiştik.
Avrupa’nın genelinde evsizlerin sayısı oldukça
yüksek gibi. Özellikle tren istasyonları, duraklar, parklar, onlar her yerde.
Bazen hiç farklarına varılmıyor. Battaniye yumağının altına saklanmış halde
olabiliyorlar. Bu insanların neden sokaklara düştüğünü düşünmeden de edemiyor
insan. Ne yanlış gitti de hayatlarında bu haldeler, gerçeküstü bir olasılık ama kendi
istekleriyle mi bu hayatı seçtiler… Brüksel sanki gittiğimiz o kadar Avrupa
şehri içinde en çok evsizin olduğu şehirdi.
Minnewater yolu |
ve Minnewater'a ulaştık... |
Aşk Gölü parkındaki ağaçların şekli ilginçti |
“Beguinage” hemen gölün kenarında 1245’de kurulmuş bir yer. Yaklaşık 700 sene boyunca Brüj’ün ve etraftaki diğer kentlerin kadın keşişleri buradaki evlerde yaşamış. Evlerin ortasındaki geniş avluda yüksek ağaçlar ve yürüme yolları var. Kenarda bir de ufak kilise. İsterseniz evlerden birindeki müzeye de girebilirsiniz. Günümüzde burası yine rahibelerin manastırı olarak işlev sahibiymiş. Etrafta yoğun bir dini hava hakim yüzyıllardır.
Beguinage |
UNESCO Dünya Mirası listesindeki şehir Ortaçağ’dan kalma atmosferini sürdürebilmek için birçok restorasyon geçirmiş ve halen geçiriyor. Kanallar buz tutmuştu. Dijver kanalında tekneyle yapılan turlar da iptal edilmişti. Alışveriş yapılabilecek birçok dükkanla dolu “Mariastraat” üzerinde yürüyüşümüze devam ettik.
donmuş kanal |
12. yy’dan kalma “Sint-Jans Hastanesi” bu cadde üzerinde.
İçeri girip hastaların odalarını gezebilirsiniz. Biz girmedik. Avlusunda
dolandık. Silent-Hill oyununu oynadıysanız ya da filmini izlediyseniz, orada
Rose’un gittiği hastanede sandık kendimizi bu avludayken. Biraz ufağı ama aynı
gergin, sıkıntılı atmosfer!
Sint-Jans Hastanesi |
hastanenin avlusu |
Hastaneden çıkıp içinde restorasyon yapılmakta olan karşısındaki
“OLV Kerk”e - kilisesine girdik. Avrupa’nın en yüksek tuğla katedrali
burasıymış. Eğer içeride ayrı bir bölümde duran Michelangelo’nun “Meryem Ana ve
Çocuk” heykelini görmek isterseniz paraya kıyacaksınız. Kişibaşı 6 Euro. Biz
kıymadık. =)
Gruuthuse ve arkada OLV Kerk |
Kilisenin yanında “Gruuthuse” yani eski saray binası var,
müzesine de girebilirsiniz. Biz kanal kenarında
yürümeyi tercih ettik.
sessiz kanal kenarı |
Dijver caddesinin sonunda balık pazarına çıktık -
“Vismarkt”a. Pazar günü diye kapalıydı galiba. Boş tezgahlar karşıladı bizi ne
yazık ki. Yüzyıllardır burada kurulan açıkhava balık pazarı beyaz sütunlarıyla sanki
eski Yunan pazarlarını andırıyordu. Bu bölgede birçok antika eşya satan dükkan
da var.
Vismarkt |
Şehrin iki büyük meydanından biri olan Burg’a gireceğimiz sırada köprünün
üzerindeyken “Bu gözlerin daha göreceği güzellikler varmış...” dedim Tal’a. O an
gözlerimin tanık oldukları gerçek olamayacak kadar güzel gözüküyordu. Sakin
kanal suyu, eski kırmızı tuğlalar, hafifçe atıştıran kar..
... |
De Halve Maan |
Yarım Ay – De Halve Maan’ın fabrikasını gezmek için rehberli bir tura katıldık. Sempatik rehber abla bize biranın içini-dışını anlattı, biraz da birayla ilgili hikayeler ekleyerek. Bira düşkünü Belçikalıların birasının içinde dişi şerbetçiotu (hops) varmış. Bu gizli (artık değil) eklenti kafaları güzel yapan kısımmış. Eskiler, yazın topladıkları ahududu, böğürtlen gibi yerel meyveleri saklamak için biranın içine koyarlarmış. Bu sayede meyveli bira doğmuş. Bizimkiler pestil, reçel falan yaparken adamlar işi değişik bir boyuta taşımış. Saklama koşulları geliştiğinden günümüzde böyle bir şeye gerek yok ama gelenek devam etmiş. Hatta rehber abla muzlu ya da çikolatalı bira üreten diğer fabrikalara kızgın, bunun sadece turist tuzağı olduğunu düşünüyor.
Yavaş yavaş dozajı arttırarak sonunda yüzde 11 alkollü
Quadrupel’in tadına bakmak isteyen ziyaretçileri uyarmayı ihmal etmedi. Sızıp
kalmaları ihtimaline karşılık otel adreslerini vermelerini istedi. =) Yaklaşık
bir saat süren tur esnasında titizlikle uygulanan her aşamayı dinledik,
fabrikanın çatısına çıktık ve biraz şehir manzarası izledik.
kuşbakışı Beguinage |
Turun en güzel
kısımlarından biri tabi ki sonuydu. Giriş biletine dahil olan bir bardak bedava
birayı içmek! “Brugse Zot” – Brüj Delisi’yle başladık. Bir bardakla durulmaz.
Şu meşhur Quadrupel’in de tadına baktık. “Straffe Hendrik” zift gibi kapkara ve
güçlü bir biraydı. Rehberin anlattığı gibi bir sızma durumuna maruz kalmadan
bira fabrikasından ayrıldık ve bu yüz güldüren aradan sonra dosdoğru Burg
meydanına geri gittik.
adamlar haklı! =) |
Burg meydanı ve arkada Çan kulesi |
Tam bu geçişi yapmamızı sağlayan sokak üzerinde akşam yemek yemeyi düşündüğümüz De Garre’nin sokağının da olduğunu biliyorduk. Yerini bulalım diye sürekli solumuza baka baka yürüdük ama ortada sokak falan yoktu. 2-3 kere sokağı boylu boyunca yürüdük. En sonunda Tal “Acaba şurası mı..” diyerek iki binanın arasındaki bir kapıya yöneldi. Evet De Garre sokağı burasıydı. Normal bir sokağa benzemediği kesindi. Yamuk yumuk taşlarla kaplı bu dar sokağın içindeydi “De Garre” lokantası (ya da pub mı demeli ? ). Akşam uğramak üzere tekrar Markt’a döndük.
Grote Markt |
Burg’a kıyasla daha büyük olan Grote Markt eski zamanlarda aslen ticaretin yapıldığı meydanmış. Şimdilerde pek öyle ticari işlerle alakası kalmamış. Turistik işler ön planda. Cafeler, lokantalar, dükkanlar. Meydanın en ünlü simgesi Belfort’un yani Çan Kulesi’nin 366 basamağını tırmanmak için geç kalmıştık. Ziyaret saati bitmişti. Kulenin aşağısındaki salonlarda eskiden kumaşlar depolanıyormuş, günümüzdeyse sergiler, fuarlar düzenleniyor. Ki biz oradayken bir tatil fuarı düzenleniyordu. Orta çağ şehirlerinin simgelerinden sayılan bu Çan Kulesi de UNESCO koruması altındaymış.
Soğuğa mümkün olduğunca göğüs germeye çalışarak şehrin
diğer kısımlarına doğru yürüyüşe geçtik. Hava karardıkça soğuk ısırması diye tarif edilen şeyi bizzat yaşadım. Sessiz sakin ara sokaklara daldık. Eğer
sokaklarda arabalar park etmiş olmasa gerçekten insan senesini şaşırır, kafa
bir gider gelir. İnsanların geçmişlerine sahip çıkmış olmaları bugünlerde ender rastlanan
türden bir şey ne de olsa.
Bir ara yürürken kaybolduk. Haritayı evirip çevirip bizi
Markt’a döndürecek rotayı tutturmaya çalışırken bir vitrine takılan gözlerimiz
içeriyi de ziyaret etmemiz gerekliliğini beraberinde getirdi. Bir çikolata ve bisküvi dükkanıydı burası. Adını hatırlamıyorum. Çeşit çeşit çikolata. Ben o kadar
değil ama Tal bu içi karamelle falan dolu çikolataları pek seviyor. =)
marzipanlar, çikolatalar... |
Grote Markt - Çan Kulesi |
Restorandan çıkar çıkmaz yine dondurucu hava karşıladı
bizi, sanki bir an bile biraz ısınmamışız gibi. Fotoğraf makinesini daha iyi
konumlayabilmek için eldivenlerimi her çıkardığımda parmak uçlarımın hafiften
hissizleştiğini hissedebiliyordum. İçin için yanıyorlardı da aynı zamanda.
Üşümemize rağmen avare avare yürümeye devam ettik. Beguinage’ın dibindeki
kanallarda kuğular gece gezmesine başlamıştı. Sokaklardan el ayak çekilince
ortam iyice huzura ermiş gibiydi.
Eski şehir merkezine giriş yaptığımız ilk köprüyü geçince
tren garı karşımızdaydı. Adımlarımızı hızlandırdık ama nafile! Günün laneti
tekrarlandı. Tam peronun basamaklarını tırmanıp
yukarı çıktığımızda Brüksel treni hareket etti ve biz bu sefer de dönüş trenini
kaçırdık!
Tal’la gülmeye başladık doğal olarak. Allah’tan Belçika
demiryolları yolcularını düşünmüş, tren beklerken soğuktan donmasınlar diye
akvaryumu andıran bekleme kabinleri yapmıştı. Birine girdik, çikolata yiyip,
telefondan müzik dinleyip, başladık gelecek treni beklemeye. Bir ara kendimizi
dünyada kalan son insanlar gibi bile hissettik. =) Neyse sonraki tren yarım saat sonra
geldi ve Brüj’den ayrıldık. Burg meydanına açılan geçitimsi sokak |
Eve dönünce ilk iş “In Bruges”i izledik. Acaba
gitmeden izlemiş olsaydık Brüj’e önyargılı mı yaklaşırdık? Onu düşünüp durdum. Ray
Brüj’ü hiç sevmemişti, ona göre orası Araf’tı. Ken ise tam tersi. Tarihi ve
güzel evleri nedeniyle orayı çok sevdi. Galiba melankolik sayılabilecek atmosferine rağmen biz de
sevmişiz Brüj’ü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder