28 Mayıs 2013 Salı

BU SEFER BRÜJ, BELÇİKA'YA...

BRÜJ

Pazar günü Brüksel’de karlı bir sabaha uyandık. Sabahın o erken saatinde sokaklarda in cin top oynuyordu. Sadece ikimiz kararlaştırdığımız saatteki Brüj trenine yetişebilmek için koşturuyorduk. Başardık mı? hayır! Gelmeden önce internetten bilet almaya çalışırsanız sistem şöyle çalışıyor. Tren bileti aldığınızda o güne ait bilet almış oluyorsunuz. Saati ve koltuk numarasını seçmenize gerek yok. Bu durum hem bir rahatlık hem de bir dezavantaj. Çünkü tren saati belli olduğunda kaçırırsanız kaçırmış oluyorsunuz! Ama saat belli değilse her zaman bir sonraki tren var. İşte biz de uykudan biraz geç uyanıp, kahvaltıyı da uzatınca tam perona vardığımızda tren hareket etti ve kaçırmış olduk treni saniyelerle.  
Brüj'e giderken...




Ne Tal 007 idi, ne de ben Bond kızı, bu yüzden trenin üstüne atlamadık, bir sonraki treni bekledik sakince. =) İlginç olan kısım zaman çizelgelerinde trenlerin kalkış ve varış noktaları yazıyor çoğu zaman. “Brugge” gibi ara duraklar atlanabiliyor. İşi sağlama almak için görevlilere başvurmalı. Trenler belki kar yağışı nedeniyle rötar yapmıştı, bazılarının varış saati aynı gözüküyordu. Bizde devreler karıştı ve yarım saat beklemenin üzerine karambolde başka bir trene biniverdik! Bunu da bizimle beraber aynı treni bekleyen ama bizim bindiğimiz trene binmeyen insanları görünce anladık. Ondan sonrası daha da acayip. Trenin ilk durağında hemen indik. Amacımız geri dönmek ve yetişebilirsek doğru trene yetişebilmekti; ama bir sıkıntı vardı. Burası aynı zamand uluslararası tren istasyonuydu, Brüksel Midi. Öyle karşı perona geçmek falan yoktu. Merkez istasyona dönmek için metroya binmemiz gerekti.

Bu gelgitler sırasında istasyonu mekanları bellemiş evsizlerin önünden çok kez geçtik. Sabah neşeli konserlerini dinlemiştik. Avrupa’nın genelinde evsizlerin sayısı oldukça yüksek gibi. Özellikle tren istasyonları, duraklar, parklar, onlar her yerde. Bazen hiç farklarına varılmıyor. Battaniye yumağının altına saklanmış halde olabiliyorlar. Bu insanların neden sokaklara düştüğünü düşünmeden de edemiyor insan. Ne yanlış gitti de hayatlarında bu haldeler, gerçeküstü bir olasılık ama kendi istekleriyle mi bu hayatı seçtiler… Brüksel sanki gittiğimiz o kadar Avrupa şehri içinde en çok evsizin olduğu şehirdi.


Minnewater yolu


Yaklaşık bir buçuk saatlik rötarla en sonunda merkez istasyondan gerçek Brüj trenine binebildik ve bir saat sonra şehre varmıştık. İstasyon kanallarla çember içine alınmış şehrin tarihi merkezinin dışındaydı, buradan bir harita edindik. Brüksel’deki gibi karlıydı hava ve daha da kuzeye gittiğimiz için acaba daha mı soğuk?? Keskin soğuğa çok da aldırış etmemeye çalışarak “Minnewater”a Aşk Gölü’ne doğru düştük yola. Kanal kenarında, ağaçların ve kar tanelerinin altında, sessizliğin içinde yürüyorduk. Ufacık tefecik göle vardık birkaç kuğu görmeyi umut ederek ama nafile, soğuk hava onların saklanmasına neden olmuştu. Gölün yanındaki parkta biraz fotoğraf çektik.

ve Minnewater'a ulaştık...

Aşk Gölü parkındaki ağaçların şekli ilginçti


Beguinage” hemen gölün kenarında 1245’de kurulmuş bir yer. Yaklaşık 700 sene boyunca Brüj’ün ve etraftaki diğer kentlerin kadın keşişleri buradaki evlerde yaşamış. Evlerin ortasındaki geniş avluda yüksek ağaçlar ve yürüme yolları var. Kenarda bir de ufak kilise. İsterseniz evlerden birindeki müzeye de girebilirsiniz. Günümüzde burası yine rahibelerin manastırı olarak işlev sahibiymiş. Etrafta yoğun bir dini hava hakim yüzyıllardır.


Beguinage


UNESCO Dünya Mirası listesindeki şehir Ortaçağ’dan kalma atmosferini sürdürebilmek için birçok restorasyon geçirmiş ve halen geçiriyor. Kanallar buz tutmuştu. Dijver kanalında tekneyle yapılan turlar da iptal edilmişti. Alışveriş yapılabilecek birçok dükkanla dolu “Mariastraat” üzerinde yürüyüşümüze devam ettik.

donmuş kanal


12. yy’dan kalma “Sint-Jans Hastanesi” bu cadde üzerinde. İçeri girip hastaların odalarını gezebilirsiniz. Biz girmedik. Avlusunda dolandık. Silent-Hill oyununu oynadıysanız ya da filmini izlediyseniz, orada Rose’un gittiği hastanede sandık kendimizi bu avludayken. Biraz ufağı ama aynı gergin, sıkıntılı atmosfer!
Sint-Jans Hastanesi
hastanenin avlusu


Hastaneden çıkıp içinde restorasyon yapılmakta olan karşısındaki “OLV Kerk”e - kilisesine girdik. Avrupa’nın en yüksek tuğla katedrali burasıymış. Eğer içeride ayrı bir bölümde duran Michelangelo’nun “Meryem Ana ve Çocuk” heykelini görmek isterseniz paraya kıyacaksınız. Kişibaşı 6 Euro. Biz kıymadık. =)


Gruuthuse ve arkada OLV Kerk


Kilisenin yanında “Gruuthuse” yani eski saray binası var, müzesine de girebilirsiniz. Biz kanal kenarında yürümeyi tercih ettik.

sessiz kanal kenarı

Dijver caddesinin sonunda balık pazarına çıktık - “Vismarkt”a. Pazar günü diye kapalıydı galiba. Boş tezgahlar karşıladı bizi ne yazık ki. Yüzyıllardır burada kurulan açıkhava balık pazarı beyaz sütunlarıyla sanki eski Yunan pazarlarını andırıyordu. Bu bölgede birçok antika eşya satan dükkan da var.


Vismarkt


Şehrin iki büyük meydanından biri olan Burg’a gireceğimiz sırada köprünün üzerindeyken “Bu gözlerin daha göreceği güzellikler varmış...” dedim Tal’a. O an gözlerimin tanık oldukları gerçek olamayacak kadar güzel gözüküyordu. Sakin kanal suyu, eski kırmızı tuğlalar, hafifçe atıştıran kar..
...
Dalıp gittiğimiz manzaradan kendimizi ayırabildiğimizde De Halve Maan bira fabrikasının geride kaldığını fark edip, meydana girmeden geri döndük. Hafifçe başgösteren açlığımızı bastırmak için bir Atom Karınca’nın işlettiği lokantaya girdik. Amca tek başına tüm siparişlere yetişiyordu. Patates kızartmalarımızı yiye yiye bira fabrikasına varmıştık.

De Halve Maan

Yarım Ay – De Halve Maan’ın fabrikasını gezmek için rehberli bir tura katıldık. Sempatik rehber abla bize biranın içini-dışını anlattı, biraz da birayla ilgili hikayeler ekleyerek. Bira düşkünü Belçikalıların birasının içinde dişi şerbetçiotu (hops) varmış. Bu gizli (artık değil) eklenti kafaları güzel yapan kısımmış. Eskiler, yazın topladıkları ahududu, böğürtlen gibi yerel meyveleri saklamak için biranın içine koyarlarmış. Bu sayede meyveli bira doğmuş. Bizimkiler pestil, reçel falan yaparken adamlar işi değişik bir boyuta taşımış. Saklama koşulları geliştiğinden günümüzde böyle bir şeye gerek yok ama gelenek devam etmiş. Hatta rehber abla muzlu ya da çikolatalı bira üreten diğer fabrikalara kızgın, bunun sadece turist tuzağı olduğunu düşünüyor.
Yavaş yavaş dozajı arttırarak sonunda yüzde 11 alkollü Quadrupel’in tadına bakmak isteyen ziyaretçileri uyarmayı ihmal etmedi. Sızıp kalmaları ihtimaline karşılık otel adreslerini vermelerini istedi. =) Yaklaşık bir saat süren tur esnasında titizlikle uygulanan her aşamayı dinledik, fabrikanın çatısına çıktık ve biraz şehir manzarası izledik.
kuşbakışı Beguinage
Turun en güzel kısımlarından biri tabi ki sonuydu. Giriş biletine dahil olan bir bardak bedava birayı içmek! “Brugse Zot” – Brüj Delisi’yle başladık. Bir bardakla durulmaz. Şu meşhur Quadrupel’in de tadına baktık. “Straffe Hendrik” zift gibi kapkara ve güçlü bir biraydı. Rehberin anlattığı gibi bir sızma durumuna maruz kalmadan bira fabrikasından ayrıldık ve bu yüz güldüren aradan sonra dosdoğru Burg meydanına geri gittik.

adamlar haklı! =)
Burg meydanı Belediye Sarayı dahil olmak üzere şehrin yönetim binalarının toplandığı meydan. Yine varak kullanımından kaçınılmamış. Binaların cepheleri bir hayli süslüydü. Burg meydanından hemencecik Markt meydanına geçilebiliyor.

Burg meydanı ve arkada Çan kulesi


Tam bu geçişi yapmamızı sağlayan sokak üzerinde akşam yemek yemeyi düşündüğümüz De Garre’nin sokağının da olduğunu biliyorduk. Yerini bulalım diye sürekli solumuza baka baka yürüdük ama ortada sokak falan yoktu. 2-3 kere sokağı boylu boyunca yürüdük. En sonunda Tal “Acaba şurası mı..” diyerek iki binanın arasındaki bir kapıya yöneldi. Evet De Garre sokağı burasıydı. Normal bir sokağa benzemediği kesindi. Yamuk yumuk taşlarla kaplı bu dar sokağın içindeydi “De Garre” lokantası (ya da pub mı demeli ? ). Akşam uğramak üzere tekrar Markt’a döndük.

Grote Markt

Burg’a kıyasla daha büyük olan Grote Markt eski zamanlarda aslen ticaretin yapıldığı meydanmış. Şimdilerde pek öyle ticari işlerle alakası kalmamış. Turistik işler ön planda. Cafeler, lokantalar, dükkanlar. Meydanın en ünlü simgesi Belfort’un yani Çan Kulesi’nin 366 basamağını tırmanmak için geç kalmıştık. Ziyaret saati bitmişti. Kulenin aşağısındaki salonlarda eskiden kumaşlar depolanıyormuş, günümüzdeyse sergiler, fuarlar düzenleniyor. Ki biz oradayken bir tatil fuarı düzenleniyordu. Orta çağ şehirlerinin simgelerinden sayılan bu Çan Kulesi de UNESCO koruması altındaymış.

Soğuğa mümkün olduğunca göğüs germeye çalışarak şehrin diğer kısımlarına doğru yürüyüşe geçtik. Hava karardıkça soğuk ısırması diye tarif edilen şeyi bizzat yaşadım. Sessiz sakin ara sokaklara daldık. Eğer sokaklarda arabalar park etmiş olmasa gerçekten insan senesini şaşırır, kafa bir gider gelir. İnsanların geçmişlerine sahip çıkmış olmaları bugünlerde ender rastlanan türden bir şey ne de olsa.





Bir ara yürürken kaybolduk. Haritayı evirip çevirip bizi Markt’a döndürecek rotayı tutturmaya çalışırken bir vitrine takılan gözlerimiz içeriyi de ziyaret etmemiz gerekliliğini beraberinde getirdi. Bir çikolata ve bisküvi dükkanıydı burası. Adını hatırlamıyorum. Çeşit çeşit çikolata. Ben o kadar değil ama Tal bu içi karamelle falan dolu çikolataları pek seviyor. =)
marzipanlar, çikolatalar...
O kadar yürümenin üstüne artık kapağı sıcak bir yere atmanın, hafiften hissizleşen parmaklarımızı ve burnumuzu ısıtmanın, en önemlisi de aç karnımızı doyurmanın zamanıydı. De Garre’ye geri döndük. Bu eski zamanlardan kalma ufacık biraevi/lokanta insanla dolup taşmıştı. Bir yandan müzik bir yandan insanların sesleriyle çınlıyordu ortalık. Oturacak yer bulmak deveye hendek atlatmak kadar zordu. Herkes mıyışmış biralarını yudumluyordu ve kimsenin masasını terk etmeye niyeti yok gibiydi. Markt meydanındayken bir lokanta daha görmüştük ve onun da tabelasında De Garre yazıyordu. Garson kıza meydandaki De Garre’nin aynı De Garre olup olmadığını sorduk. O da “Evet” dedi. E belki orada yer vardır diye gidiverdik. Bu “De Garre” bir evvelki girdiğimiz De Garre’ye konsept olarak pek benzemiyordu ama olabilirdi tabi. İçeride de kimse yoktu. Neyse cam kenarında manzaralı bir masaya kuruluverdik. Çan kulesi tam karşımızdaydı.

Grote Markt - Çan Kulesi

Benim wc’yi ziyaretim sırasında Tal menüyü almıştı. Geldiğimde “Bil bakalım nereye gelmişiz” dedi menüyü göstererek. =) De Harre’deydik! Lokantanın dışındaki koca tabela el yazısıyla yazılmıştı ve biz H’yi G olarak okuduğumuz için şimdi hiç aklımızda olmayan başka bir lokantadaydık. =) Kalkıp çıkmak olmazdı. En az maddi zararla atlatmak için ve porsiyonların büyüklüğünü bildiğimizden 1 koca kase midye sipariş ettik sadece. Üstüste iki akşam midye yiyorduk ve en az Brüksel’deki kadar başarılıydı bu kase de. Şöminedeki odunlardan gelen çıtır çıtır ses eşliğinde ve yavaş yavaş dolan yan masalarla biraz daha kendimizi rahatlamış hissettik. Çan kulesinin ışıkları, hafifçe yağmaya devam eden kar... hepsi iyi gelmişti bünyeye. Ama Brüksel’e dönmemiz gerekiyordu. Düşündüğümüz trene yetişmek için de artık rahatımızı bozmamız.

Restorandan çıkar çıkmaz yine dondurucu hava karşıladı bizi, sanki bir an bile biraz ısınmamışız gibi. Fotoğraf makinesini daha iyi konumlayabilmek için eldivenlerimi her çıkardığımda parmak uçlarımın hafiften hissizleştiğini hissedebiliyordum. İçin için yanıyorlardı da aynı zamanda. Üşümemize rağmen avare avare yürümeye devam ettik. Beguinage’ın dibindeki kanallarda kuğular gece gezmesine başlamıştı. Sokaklardan el ayak çekilince ortam iyice huzura ermiş gibiydi.


Eski şehir merkezine giriş yaptığımız ilk köprüyü geçince tren garı karşımızdaydı. Adımlarımızı hızlandırdık ama nafile! Günün laneti tekrarlandı. Tam peronun basamaklarını tırmanıp yukarı çıktığımızda Brüksel treni hareket etti ve biz bu sefer de dönüş trenini kaçırdık!
Tal’la gülmeye başladık doğal olarak. Allah’tan Belçika demiryolları yolcularını düşünmüş, tren beklerken soğuktan donmasınlar diye akvaryumu andıran bekleme kabinleri yapmıştı. Birine girdik, çikolata yiyip, telefondan müzik dinleyip, başladık gelecek treni beklemeye. Bir ara kendimizi dünyada kalan son insanlar gibi bile hissettik. =) Neyse sonraki tren yarım saat sonra geldi ve Brüj’den ayrıldık.

Burg meydanına açılan geçitimsi sokak
Eve dönünce ilk iş “In Bruges”i izledik. Acaba gitmeden izlemiş olsaydık Brüj’e önyargılı mı yaklaşırdık? Onu düşünüp durdum. Ray Brüj’ü hiç sevmemişti, ona göre orası Araf’tı. Ken ise tam tersi. Tarihi ve güzel evleri nedeniyle orayı çok sevdi. Galiba melankolik sayılabilecek atmosferine rağmen biz de sevmişiz Brüj’ü.



Hiç yorum yok: