28 Kasım 2012 Çarşamba

BU SEFER VİYANA, AVUSTURYA'YA...

VİYANA

Yılın en keyifli zamanlarından biri gelmişti Tal ve benim için. Temmuz ayında çıkılan uzuuuunn izin zamanı! Bir Cumartesi sabahı başlayıp taa öbür hafta Pazar gecesine  kadar sürecek kıymetli 10 gün. “Yazın ortasında oralarda ne işiniz var?!?” cümlelerine ve bakışlarına maruz kalmamızı sağlayan planda gidilecek yerler Avusturya, Polonya ve yine Almanya’ydı. Öncesinde bayağı araştırma/geliştirme ve ayarlama yaptık. Altyapı sağlamdı ama acaba her şey planladığımız gibi gidecek miydi? İşin güzelliği de burada aslında. Her an her şeyin olabilme ihtimali. =) İlk durak Viyana, Avusturya! Cumartesi sabahı Schwechtat Havaalanı’na indik.  
Avustralya ile karıştırılmaktan bıkmış Avusturyalılar!
 



Hava pek de yazı anımsatmıyordu. Daha çok ilkbahar gibiydi. Viyana’da metro/tren sistemi biraz karışık. Birçok büyük istasyon var. Doğuda, kuzeyde, ana istasyon, vs. Bir de üzerine bakım ve genişletme çalışmaları eklenince ortalık karışmıştı. Otele en yakın olan durakta indik trenden ve yürüdük. Merkezi Stephansplatz kabul edersek otelimizin konumu iyiydi. Gelmeden önce tereddütte kaldığımız için ayarlamadığımız tek şey Viyana Devlet Operası’nda bir konser izlemekti. Sonunda karar verip Cumartesi akşamına resepsiyon aracılığıyla yer ayırttık. Bir Mozart konseri bizi bekliyordu. Akşama vakit boldu, boşa geçirmek olmaz.
Stephansplatz’a gitmek için ünlü alışveriş caddesi Karntnerstrasse’den yürüdük. Hemen caddenin girişinde “Opera Binası” bulunuyor ve önünde Mozart kılıklı binbir çeşit insan, size bir konser bileti satışı yapmaya çalışıyor.

Opera Binası 
 
Biz onlara kulak tıkadık, marketten aldığımız sandviçlerimizle karnımızı doyurmak önceliğimizdi. Cadde gerçekten kalabalık ve restoran/mağaza dolu ama bir İstiklal Caddesi’mi? Herhalde değil. Ancak yer taşları/karoları İstiklal’dekilere on basar. Ne üzerine bastığınızda oynuyor, ne de bir yere takılıp düşmeniz mümkün. Gayet muntazam. Caddenin sonu Stephansplatz. Tam da burada THY’nin uçak içi yiyecek ikramlarını hazırlayan DO&CO şirketinin oteli ve restoranı bulunuyor. Pahalı olabilir düşüncesiyle biz yemek yemedik. Meydanın odak noktası sevimli diye tabir etmek ne kadar doğru bilemiyorum ama St. Stephan Katedrali. Sevimliliğin sebebi de egzotik çatısı bence. (Tabi o zaman bilmiyordum ki Budapeşte’de daha da sevimli ve egzotik bir çatı göreceğim. =) ) Üçgen şekilli yeşil, sarı, beyaz, siyah kiremitlerle döşenmiş bir çatı, bir tarafında da şehrin arması da işlenmişti kiremitlerle. Galiba ilk defa şehri gezip görmeden önce bir kuleye çıkıp kuşbakışı baktık her yere. Güney kulesinin yüksekliği 137 metre, bizim çıkmamıza izin verilen yer ise hemen hemen yarısı kadardı, 67 metre – 343 basamak. Viyana Orta Avrupa şehirleri içinde en büyüklerinden biri. Yukarıdan bakınca da belli oluyor zaten.
St. Stephan'ın çatısı eşliğine Viyana'ya bakış...
 
Kuleden inip biraz da etrafında dolandıktan sonra “Mozarthaus Vienna”ya çevrildi yönümüz. Ünlü müzik insanı Wolfgang Amadeus Mozart’ı nasıl bilirsiniz? Valla biz yanlış biliyormuşuz. Müziksel başarılarını ve dehasını bir kenara bırakırsak, Mozart lüks ve şöhret tutkunu bir kumarbazmış. Nota defterinin yanında en az onun kadar kabarık bir de borç defteri varmış. İnsan koskoca Mozart’ı böyle hayal etmiyor. Müzeye çevrilmiş evine gidip gerçekleri öğrendiğinde de hayal kırıklığı yaşıyor haliyle.


Bu arada daha sonra gezeceğimiz “Haus der Musik” daha etkileciydi. Bir de not; Viyana kartınız varsa bu iki müzeye giriş için indirimli bilet alabilirsiniz. Mozart 1756’da Avusturya’nın başka önemli bir şehri Salzburg’da doğmuş ve 1791’de Viyana’da fani dünyadan ayrılmış. Yaşadığı bu çok kısa süre zarfında da yarattığı Figaro’nun Düğünü, Sihirli Flüt, Saraydan Kız Kaçırma gibi birçok eserle ve stiliyle kendinden sonra gelen birçok müzisyende etkisinin devam ettiğinde ve onlar için örnek oluşturduğunda herkes hemfikir.

Mozart’ın evinden çıktıktan sonra yağan yağmura aldırmadan, “Naschmarkt” tarafına doğru yürüyüşe geçtik. Naschmarkt, bir sabit açıkhava pazarı. Birbirine paralel iki dar sokaktaki tek katlı küçük dükkanlardan oluşuyor pazar. Yiyecekten, içeceğe, ne ararsanız var. Özellikle Türkler ve Çinliler’in ürünleri revaçta. Lokum, baharat, kuruyemiş, baklava ve hatta mezeler!
Mezelerrr...

Lokumlar, kuruyemişler....
Yağmur sebebiyle olsa gerek çok kalabalık değildi ortalık. Küçük lokantalar ve birahanelere doluşmuştu millet. Biz bir başından girip, sokağın sonundan U-Dönüş yapıp, öbür tarafından başladığımız yere geri döndük. Tam bir pazar ruhu oluşmasını sağlayan tabi ki Türk satıcılardı. Türkçe yerine Almanca olmak kaydıyla gelen-geçen müşterileri, örneğin “Leziz baaaal, taze domateessss” diyerek tezgahlarına çekme yarışındaydılar! Hiç yabancılık çekmedik.
Sabit olmayan pazarcılar gittikten sonra kalanlara bir de şehir sakinleri göz atıyor.
Konser saati yaklaştığından en acilinden bir yerlerde akşam yemeğini yemeliydik. Karın guruldarken sanata yoğunlaşmak zor olacaktı. Opera’nın yakınlarındaki “Rosenberger” isimli bir self-servis lokantaya giriverdik. Pek fazla seçenek bulamadık. Çorba-tavuk-pilav-patates dörtlüsüyle idare ettik. Pilavı bizim gibi güzel pişirebilen memleket yok galiba. İşin sırrı tereyağında kesinlikle! =)
Meraklılar Opera Binası’nda yavaş yavaş toplanmıştı. Rezervasyonumuzu bilete çevirmek için uzun kuyrukta sıraya girdik. Bu arada etrafta yine Mozart kıyafetli adamlar, her an Vals yapmaya başlayacak gibi duran kabarık etekler giymiş kadınlar isteyenlerle fotoğraf çektiriyor, soranlara oturacakları yerleri gösteriyordu. Bina 1869 yılında, Mozart’ın “Don Giovanni” eseri eşliğinde İmparator Franz Joseph ve İmparatoriçe Elisabeth’in katılımıyla açılmış. 2. Dünya Savaşı’nda burası da nasibini almış. Oyunlar durmuş, çalışanlar öldürülmüş, bina zarar görmüş. Tekrar açılması 1955 yılını bulmuş.

Konser Salonu
 
Bu binayı gördükten sonra yılların Süreyya Sinemasını da yapılış amacında olduğu gibi Süreyya Operası’na çevirmiş olmaları iyi olmuş diye düşündüm. Sinema salonu olmaktansa opera salonu olmak oranın ambiyansına daha çok yakışıyor. Orası kesin. Viyana Operası’nın ambiyansı hakkında pek de fazla söze gerek yok. Gerçekten çok özenli ve iyi korunur halde. İçerisi bir saray kadar görkemli. Büyük salonlar, avizeler, heykeller, kırmızı halılar... Opera yönetimi insanlardan para kazanmanın yolunu iyi bulmuş. Bilete zaten para veriyorsunuz ama konser programına da sahip olmak isterseniz bu ayrıca satılıyor. Birkaç Euro ama ne gerek var ki? Ver onu da biletin yanında gitsin.
Bizim oturacağımız yer balkondaydı. Sahneye biraz yüksekten bakıyorduk. Tüm koltuklar doluydu. Konser tam zamanında başladı. Sanki evde oturmuş CD’den dinliyormuşuz gibi berrak bir şekilde enstrümanlardan çıkan sesler kulaklarımıza dolmaya başladı. Mozart’ın en ünlü eserlerini ardı ardına çaldı müzisyenler. Herbirinin kıyafeti de dışarıda bizi karşılayanlar gibi 18. Yüzyıldan kalma havasındaydı. Uzun ceketler, beyaz renk dize kadar çoraplar, kafada beyaz renk peruklar. Garip olan kadın müzisyenlerin de bu şekilde erkek gibi giyinmiş olmasaydı. Acaba o dönemlerde kadınların çalması yasak falan mıydı? Zaman zaman gözlerimiz bir örnek okul kıyafetleri içinde giyinmiş Uzakdoğulu öğrenci grubuna takıldı. Uykunun tatlı kollarına bırakmışlardı kendilerini!.. =) Müzisyenlere bazı eserlerde bir koro da eşlik etti. Bazen de opera sanatçıları. “Türk Marşı”da eksik olmadı. Kimi zaman coşkulu kimi zaman dingin iki saat geçirdik salonda.


 
Konser bittiğinde aklımızda gitmek için tek bir yer vardı. Hotel Sacher’in altındaki Sacher Cafe. Hemen opera binasının yanındaki bu köklü hotel/cafe “Original Sachertorte” nin isim hakkına sahip. Bu tatlı kek ilk olarak Franz Sacher tarafından 1832 yılında Prens Klemens von Metternich için düzenlenmiş bir partide yapılmış.

Sachertorteee
 
Bildiğiniz, bol çikolatalı bir kek aslında, ama hikmeti nesindeyse, ince katman kayısı marmeladında mı üstündeki kaplamada mı artık bilemiyorum, efsane bir lezzet! Hotel Sacher isim hakkı için Demel Pastanesi ile çatışmaya bile girmiş. Avusturya mahkemesi 1965 yılında Hotel Sacher lehine karar vermiş. Bu arada Sachertorte yanında “melange” içmeniz tavsiye edilir.  
Bol köpüklü bir melange
Pazar sabahı saray bölgesinde gezintiye başladık. Burası epey büyükçe bir alanı kapsıyordu ve turistlerin istilasına uğramış durumdaydı. Albertina ve Sisi gibi birkaç önemli müze de bu bölgede. Avrupa’da uzun yıllar hakimiyetini sürdüren ve bizimde ilişkiler içinde bulunduğumuz Habsburg hanedanının kışlarını geçirdiği Hofburg Kraliyet Sarayı. Kraliyet kilisesi Augustinerkirche. 962 yılından kalma imparatorluk tacının da sergilendiği Hazine. Tüm bu bölge içinde bizim gitmeyi düşündüğümüz sadece “Spanische Hofreitschule” – İspanyol Binicilik Okulu vardı. “Piber meets Vienna” isimli gösteri için iki kişilik yerimizi ayırtmıştık gelmeden çok önce. Burası aslında Lipizzaner aygırlarının eğitim gördüğü okul ama temmuz ayı boyunca bu aygırlar tatile çıkıyor. Yerlerini de gelecekte onların yerini alacal olan Piber’li çaylaklar alıyor. Biz işte henüz çaylak sayılabilecek bu atların gösterisini izledik.


Asaletin simgesi lipizzanerlere dönüşmek için çalışan çaylaklar tabi ki gençliklerinin verdiği heyecanla daha oyuncular. Ama hepsi eğitmenlerinin verdiği talimatlara birebir uyuyor. Renkleri baştan siyah, kahverengi ya da gri, zaman içinde beyaza dönüşüyormuş. Birbirlerine kafa tuttukları da oldu, büyük abdestlerini yapıverdikleri de. Eğitmenler asla ellerinde kamçıyla direkt hayvanlara vurmuyormuş bu arada. Yanlızca yere vuruyorlar.


 
 

Programın sonuna doğru taylar anneleriyle beraber çıktı sahaya. Bir aşağı bir yukarı koşturdular. Çok sevimli olduklarını söylemeye gerek yok, ve vahşi ve kendilerine has.. Yolunuz oralara düşerse, müze müze gezmektense hele bir de atları seviyorsanız bu gösteriyi kesin izleyin derim. Mümkünse balkondan değil sahayla yüksekliği aynı olan kısımdan yer alın. Belki en ön sıradan yer bulursanız atları şekerle besleyebilirsiniz de! =) Çıkışta hediyelik eşya dükkanına da uğrayabilirsiniz.

Hediyelik dükkanındaki binicilik aksesuvarları
Saat artık öğleni bulmuştu. Bir tatlı molası tabi fena olmazdı. Rakip Demel pastanesi hemen saray bölgesi yakınındaydı. Bir de onların “Sachertorte”sinin tadına bakalım, acaba haksızlığa uğramış olabilirler mi diye kendimiz kontrol edelim dedik. Sonuç: Demel’in “Yaz Şarabı” isimli içeceği Sachertorte’sinden daha güzel ve mahkeme Hotel Sacher için doğru karar vermiş.

Demel'in mutfağı
 
Yaz şarabı içimizi açtı
 
Belki Viyana sokaklarında faytonla gezinti yapmak istersiniz. Michaelerplatz ve Stephansplatz’dan kalkan faytonları kullanabilirsiniz. Tuzlu fiyatlara hazırlıklı olun! Yaklaşık 20 dakikalık kısa şehir turu 55 Euro, yaklaşık 40 dakikalık uzun şehir turu 80 Euro.


Michaelerplatz'da bekleyen faytonlar

 
Burggarten- Saray Bahçesi’ni kullanarak bölgeyi yavaş yavaş terkediyorduk. Bahçenin içinde bir de kocaman Mozart heykeli var.


Upuzun Mariahilfer Strasse-caddesinden yürüye yürüye “Schloss Schönbrunn”a (nam-ı diğer Güzelburun Sarayı’na :P)  doğru yol alıyorduk. Hanedanın yazlık sarayınının içini gezmek gibi bir niyetimiz yoktu. Hedef buranın güzel mi güzel bahçesinden yararlanmaktı. Ağaçların altında güzel bir piknik yapmak. Pazar günü olduğu için yol üstünde açık dükkan bulmak imkazsız gibiydi. O yüzden her daim açık olan dönercilerden birinden “döner box” aldık. Döner box dedikleri kutudan çubuk kullanarak yediğiniz Çin yemeğinin dönere uygulanmış hali. Bir kutu içinde en altta pilav katmanı, üstünde döner katmanı, en üstte de isterseniz yeşillik-domates katmanı. Çubukla yemenize gerek yok. Yanında plastik çatal da veriyorlar. Bir de batı tren istasyonuna (Westbahnhof) uğradık. Orada tabi ki 24 saat açık bir market olacaktı. Ekmek, ortaya peynirli bir salata, cips ve içecekler! Mutluyduk çünkü Bacardi Breezer bulmuştuk. =)



İstasyonun oradan saraya kadar gitmek için otobüse bindik. Bizim için sarayın içindense dışı daha ilgi çekiciydi kesinlikle. Mevsimin yaz olması rengarenk çiçeklerle bahçede boylu boyunca harika bir peyzaj düzenlemesi sağlamıştı.

Schönbrunn Sarayı

Bahçenin ağaçlık kısmına ulaşmak için kıvrıla kıvrıla bir tepeye çıktık. Tepenin hemen başlangıcında ortada “Neptune çeşmesi” şırıl şırıl akıyordu. En tepede de içinde bir cafe bulunan “Gloriette”. Eskiden burası ağırlıklı olarak kahvaltı ve akşam yemeği servisi için kullanılıyormuş. Büyük bir hayvanat bahçesi de var burada.

Neptün Çeşmesi ve tepede Gloriette

Kalabalıktan uzaklaştıktan sonra, ağaçların altında sakin bir bank bulup kuruluverdik. Yiyeceklerimizi serince bankın üstüne bir hışırtıyla beraber küçük misafirimizi de gördük. Siyah renkli bir sincap kardeş. Uzattığımız herbir patates cipsi parçasını elimizden kapıp, kemire kemire birkaç dakika içinde bitirdi. O kadar hızlıydı ki göz açıp kapayıncaya kadar tepemizdeki ağaçlara tırmanıp, yiyecek gösterince hemen yine yanımıza koşuverdi.

Bir piknikte bulunması gerekenler =)

Aç sincap arkadaş



Labirent gibi yollardan geçip “Güzelburunu” terk ediyorduk artık. Sırada “Prater” vardı. Bulunduğumuz yere uzaktı ve bisiklete binmek istiyorduk. Girerken de dönüşü bisikletle yapabiliriz sanki diye düşünmüştük. =) Hemen Schönbrunn’un önündeki bisiklet istasyonundan (Citybike Wien) kredi kartlarımızı kullanarak birer bisiklet kiraladık. Saati 1 Euro. Hem ucuz, hem de bisikletçilere bile saygı duyulan bir şehirdeyseniz gayet keyifli. Yollarda bisiklet için şeritler belli. Eğer şerit yoksa da gönüş rahatlığıyla araçların gittiği yoldan gidebilirsiniz. Hiçbir araç üzerinize kırmıyor, sizi sollamaya uğraşmıyor, hızınız neyse sizi o da o hızla takip ediyor. İstanbul’da böyle şeylere alışkın olmadığımız için biraz sinir bozucu tabi. İnsan arkasında araba olmasın istiyor çünkü güven duymuyor ama burada durum kesinlikle farklı. Bisikletler yine Amsterdam’daki gibi, kontra pedal denen cinsten. Neyse ki bisiklet istasyonları bizim buralarda da kurulmaya başlandı. Belki bisikletli olmaya verilen değerin artmasına bir katkı sağlar.
Şehir bisikletleri

 
Prater’e vardığımızda bisikletlerimizi buradaki istasyona bıraktık. Yolculuk bir saat bile sürmemişti. Prater Orta Avrupa’nın en eski lunaparklarından birisi ve dev dönmedolabıyla meşhur. Dönmedolabın toplam yüksekliği 64.75 metre, çapı 60.96 metre ve dönüş hızı da 2.7 km/saat. 
Wiener Riesenrad
 
Bilet aldığımız binanın bir kısmında Avusturya tarihindeki önemli olaylara ve kişilere ait maketler sergileniyordu. Biz de dönmedolaba gitmeden önce buraya bir göz attık. Maketler hareketliydi ve seslerle desteklenmişti. Olaylar içinde bizim için en tanıdık olanı elbette “1683 Viyana Kuşatması”. Avusturyalılar olayı “Viyana Türk Kuşatması” diye adlandırmış.
Yeniçerilerle karşı karşıya

Namaz kılan Yeniçeriler

Osmanlı adı hiç geçmiyor, hep Türk adı. Dönmedolabın vagonlarından birine binip yukarı doğru çıkışa başladığımızda yavaşça gün de batıyordu. Şehrin ışıkları hafif hafif yanmaya başlıyordu. Üstelik lunaparktaki diğer aletlerin de ışıkları birer birer açılıyordu. Manzara iyiydi anlayacağınız.
 
Prater'in ışıkları yavaş yavaş yanıyor
 
 
Parkta denenebilecek daha birçok alet var. Tal Stockholm ve Kopenhag’daki gibi yine binmek istiyordu roller coaster-vari aletlere. Peki ben? Kesinlikle hayır! =) İçeride bir de Madame Tussaud’s müzesi var meraklısı için.

 
Avusturya’da ne yenir? Şinitzel tabi ki. Ama hemen aklınıza bizim burada her yerde yapılan piliç şinitzel gelmesin. Bahsettiğimiz dana şinitzel! İnce, çıtır, ve ağızda dağılan cinsten. Sanki et değil, pamuk şekeri. Tabi domuz etinden şinitzel de var. Şehrin en bilindik lokantası “Figlmüller”. Her yerde tabelarını, reklamlarını görebilirsiniz. Prater’den bir türlü ayrılamamış akşam yemeğini resmen gece yemeğine çevirmiştik. Bu yüzden Figlmüller’de kapıdan geri çevrildik, kapanış saati yaklaşıyordu. Biz de adını daha önceden duyduğumuz diğer bir restoranda şansımızı deneyelim dedik.. “Plachutta” gecenin karanlığında açtı kollarını bize ve sardı sarmaladı, karnımızı doyurdu, tabi ki bedavaya değil =)... Menü: Patates yanında dana şinitzel ve “Ottakringer” bira. Tabakta iki koca parça şinitzel geldi önümüze. Tal’dan emindim ama ya kendimden? Düşündüğüm gibi de oldu, bir noktadan sonra kalanı yeme işini Tal’a devrettim.
 
Schnitzel ve Ottakringer
 
Viyana’daki son gün Viyana Kuşatması’nın izlerini sürelim istedik. Şehir dışına çıkmak gerekliydi. Osmanlı’nın geçemediği tepe “Kahlenberg”e çıkmak. Bunun için önce tramla Schottentor’dan Grinzing’e gitmek, oradan da otobüse binmek gerekli. Schottentor’a gitmek için bindiğimiz tramda “Doğru yöne mi gidiyoruz acaba, vs” diye birbirimizle konuşurken, ön tarafta oturan kadın bize döndü ve “Ne tarafa gidiyorsunuz?” diye sordu. Bir Türk ile karşılaşmıştık. “Schottentor.” cevabını verdik. “Her yerde çalışma var, biz bile karıştırıyoruz artık” dedi. (ki biz doğru yöndeydik bu arada, ama onlar-yanında iki çocuğu da vardı- yanlış yöne gittikleri için bir sonraki durakta indiler. =) ) Bu hanım Viyana’da 10 seneden beri yaşıyormuş ama hala alışamamış buralara, sevmiyormuş, vatan özlemi içinde. Bizim buraları gezip görmek için gelmiş olmamıza öyle şaşırdı ki. Elinden gelse sanki ilk uçakla bizi memlekete geri gönderecekti. =)
Grinzing’de tramdan indik ve burayı dönüşte yayan olarak gezmeye karar verip otobüse aktarmamızı yaparak Kahlenberg’e vardık. Şansımıza hava dönüyordu. Vardığımızda gri kalın bulutlar çoktan üstümüzü kaplamış, rüzgar şiddetlenmişti. Yağmur yağması an meselesiydi. Şehir ve Tuna manzarasını tepeden seyrederken güneş son ışıklarını esirgemedi bizden.

Kahlenberg'den Viyana
 
Tepede ayrıca bir otel, üniversite ve kilise var. Civardaki uzun yürüyüş yollarını kullanıp oksijene de doyabilir insan ağaçların arasında. Amma velakin artık fazla dayanamayanlar bulutlar patladı. Deli gibi yağmur yağmaya başladı. Ne yapsak ne etsek derken, baktık ki geldiğimiz otobüs hareket etmek üzere, koştuk yetiştik. Grinzing’e inene kadar belki biraz azalır yağmur diye umut ediyorduk ama olmadı. Yine de ilk başta düşündüğümüz gibi buradan başlayıp Tuna kenarına kadar yürümeye karar verdik. Haritadan baktığımızda ne kadar uzun olduğunu kestirememişiz mesafenin. Epey uzunmuş! =) Arada yağmur durdu neyse.

Grinzing sessiz sakin bir kasaba. Şaraplarıyla ve restoranlarıyle övünüyorlar, iddialılar da. “Grinzing - Şarap Cumhuriyeti” diye bir tabelaya rastladık, o derece!  
Güzel evlere, bahçelere, çiçeklere, ağaçlara, sokaklara baka baka yürüdük Grinzing’de. “Şöyle bir evimiz olsa ya...” diye iç çeke çeke. =)


Yürüye yürüye Tuna kanalı kenarına Nussdorf’a gelmiştik. Daha nehir yoktu meydanda. Aslında tam da kanalla nehrin kesiştiği noktadaydık. Tuna Avrupa’nın en önemli nehirlerinden birisi, uzunluğu 2872 km. Almanya’daki Kara Orman’da doğup tam on ülkeden geçerek Karadeniz’e dökülüyor. Bu on ülke içinde dört tane de başkent var. Viyana, Bratislava, Budapeşte ve Belgrad.
Tuna nehri

Tuna Kanalının başlangıcı
 
Nehir kenarında biraz yürüdük. ortalık biraz metruktu. Galiba pek de popüler olmayan bölgelerdeydik. Gelip geçen mavnaları izledik. Daha sonra bir köprüyü kullanarak kanal ve nehir arasında kalan üzerinde Prater’in bulunduğu adaya geçtik. Galiba biraz da kaybolmuştuk. Tekrar karşıya geçtiğimizde önümüzde araba galerileri ve tamirhaneler diziliydi. =)

O kadar yürümüştük ki açlık tavan yapmıştı artık. Merkeze - Karntnerstrasse’ye geri döndük ve kendimizi atıverdik “Wienerwald”a. Önce tavuk çorbası sonra da fırında piliç yanında ekşi kremalı patatesss... Organik piliçler mi kullanıyorlar nedir, hiç yavan değildi tatları ve sağlıksız belki ama, ekşi krema nasıl on numara bir şeydir!!
 
Müzik adamı Mozart’ın etinden sütünden yararlanmış tabi Avusturya. Mozart çikolataları (Mozartkugel) satan dükkan çok kalabalıktı. Ben pek sevemedim o çikolataları ama aldık birkaç kutu hediyelik. Akşamki Krakow trenine daha çook zaman vardı. Zamanımız kalırsa yapılacaklar listesine göz attık. Belvedere Sarayı ve “Haus der Musik”. Sarayın içine yine girmedik, bahçesinde bir yürüyüş bizim için yeterli oldu. Peki Viyana’dan Cafe Sacher’de tatlı/kahve ikilisini bir kere daha tatmadan ayrılır mı insan? Olmaz! =) Sachertorte ve Melange, sizi seviyoruz... ikimiz de...

Mozartkugel


Belki çok ucu ucuna olacaktı ama “Haus der Musik” aklımızda kalsın istemedik. Müzik Evi interaktif bir ses müzesi. Akşam saat 7’den sonra giderseniz %50 indirimli girebilirsiniz. Biz nereydeyse 2 saate yakın dolaştık içeride.

Herbir kulaklıktan farklı sesler geliyor

Kat kat farklı konuların anlatımına ayrılmış. Sesin nasıl oluştuğu, beynimizin sesleri nasıl algıladığı, vs ile ilgili deneyler yapıyorsunuz. Düköyü nyanın farklı yerlerinde duyulan sesleri dinleyebilirsiniz. Türkiye’deki bir dağ köyünün sesleri bile vardı.

Türkiye'den bir dağ köyündeki sesler

Viyana denince akla vals de geliyor tabi. Viyana balolarının tarihiyle ilgili de bilgiler vardı. Vals yapılan bu baloların tarihi Orta Çağ’daki turnuvalara dayanıyormuş. Balolar önceleri Fransa ve Burgundy’de çok popülermiş, oralardan tüm Avrupa’ya yayılmış. Fransız Devrimi’nden sonra baloya katılım daha esnekleşmiş ve aristokrat sınıfına mensup olmayan vatandaşlar da katılabilir hale gelmiş. 19. Yüzyılda balo artık kış mevsiminin baş eğlencesi halini almış ve halen de öyle devam ediyor. Mozart, Beethoven, Mahler gibi birçok müzik adamının hayatı ve çalışmaları da anlatılıyor.

Değişik tasarımlar, hem sandalyeler hem de halı!

Çıkmadan bir de orkestra şefi yerine geçebilirsiniz. Hızınızı iyi ayarlamalısınız. Sizin el hareketlerinize göre müzik hızlanıp yavaşlıyor. =)

Çook hızlı bir şekilde otele geri dönmeli, bavulları almalı, oradan trama atlamalı ve trene yetişmeliydik. Bu arada bir de akşam yemeği almak vardı. O saatte yol üstünde ve Meidling istasyonunda açık bir market bulamadık. İmdadımıza ne yetişti dersiniz? Döner box! Beş dakika geçmeden tren de geliverdi zaten. Viyana’yı arkamızda bırakıp yeni bir şehre merhaba demek üzere adım attık trene, elimizde kola ve dönerimiz. =) 

 

Viyana – Krakow treni
Trene binmeden önce daha istasyondayken göze çarpan şey, treni bekleyen farklı gruplar halinde gençlerin çokluğuydu sanırım. Kimisi kalabalık, kimisi sadece iki kişi. Muhtemelen Interrail ile seyahat ediyorlardı. Hepsi perişan halde gözüküyordu ama bir o kadar da neşeli ve mutlu... =) Biz ilk defa bir tren ile bu kadar uzun süreli seyahat ediyorduk. Neredeyse 9 saat. 22:24 hareket, varış 06:47. Arada hiç tren değiştirme yoktu. Bileti önceden Avusturya Demiryolları ÖBB’nin internet sayfası üzerinden aldık. Almadan önce aklımdaki birkaç soruyu gidermek için çağrı merkezini aradığımda şansıma orada çalışan bir Türk bana yardımcı oldu.

Kompartmanımız iki kişilikti. Daha kalabalık olarak kalınabilecek kompartmanlarda var. 4 ya da 6 kişilik. Tam uluslararası bir hava hakimdi trenin koridorlarında. Hintli bir aile, İspanyol gençler, uzakdoğulu bir çift... Stockholm’de kaldığımız tekne-otelin kamarası daha büyüktü. =) Ranzanın üst katını ben aldım, alt kat Tal’a kaldı. Suyu akmasa da bir lavabomuz bile vardı. Üstüne tahtasını çektiğinizde de masaya dönüşüyordu.

Altı lavabo üstü sehpa

Aynalı bir dolap, gardrop. Tek kullanımlık havlu, sabun vs. bile vardı. Çok da yayılmaya gerek yoktu. Üstümüzü değiştik, pijamalarımızı giydik. Döner box’ımıza daldırıverdik çatalımızı. Yemek bitmişti. Tıngır mıngır giderken manzarayı seyrettik bir süre de. Sonra da uyku vakti. Trende uyurken ki tek problem (en azından benim için) şu oldu. Tren her sağa sola kıvrıldığında hafifçe başaşağı olma durumu var. Ki bu durum beni benden alıp bir süre mide bulantısına maruz kalmama neden oldu. Uykumdan uyandırdı. Bir yandan mide bulantımın geçmesi için dua edip,  bir yandan da tekrar uykuya dalmaya çalışırken, Breclav-Çek Cumhuriyeti’nde durduk. Neredeyse bir saate yakın bekleme yaptık. Neyse ki hareket ettikten sonra uykuya dalabildim ve alarm çaldığında çoktan artık Polonya sınırları içindeydik.

Polonya toprakları

Tal gayet rahat uyumuştu. Ben de aslında, mide bulantısı kısmını saymazsak. Tuvalet ortaktı bu arada. Yiyecek-içecek bir şeyler almak isterseniz, vagondaki başka bir kompartmanda kalan görevli amcadan satın alabilirsiniz. Sadece bisküvi, çikolata, vs. gibi atıştırmalıklar mevcut. Bu arada amca pek İngilizce bilmiyordu, biz de Lehçe bilmediğimiz için anlaşmak zordu. Tekne-otelden sonra tren-otelin de değişik bir deneyim olduğu kesin bizim için. =)

Hiç yorum yok: